29 Aralık 2013 Pazar

Bekarlık sultanlık mı?

"Yalnız yaşamanın en büyük avantajı, yalnız olmak. En büyük dezavantajı, yalnız olmak."

Bütün evli arkadaşlarım bana özeniyorlar ve benim yerime geçmek istiyorlar. Ben ne kadar huzurlu, mutlu, rahat, bla bla bla bir hayat yaşıyormuşum meğer. Keşke benim yerimde olsalarmış. Sanırsın hepsinin kafasına silah dayamışsın da zorla bu hayatı yaşatıyorsun. Ben de karar verdim kendi penceremden avantajlarını ve dezavantajlarını yazacağım.

 Onların açısından baktığında ben ve diğer bekarlar “caddeler benim / geceler benim / arayan soran yok /  rahat yaşıyorum” modunda yaşıyoruz.
Gene onların bakış açısıyla sınırsız tembellik imkanımız var, sorumluluk sıfır hayatımızda. Mesela yemek yapma zorunluluğumuz yok çünkü biz bekarlar fotosentez yaparak yaşıyoruz! Ortalığı toplama gibi mecburiyetimiz de yok çünkü o evde yaşayan kimse olmadığı için o ev hiç dağılmaz! Ha pardon yaşayan bir bekar var ama kanun hükmünde kararname var biliyorsunuz bekar evi pis olabilir, hem ayet var “sadece evli olanların evi temizlikle emrolunmuştur”. Ütü mü dediniz? Bekarların kıyafetleri çamaşır makinesinden ütülenmiş olarak çıkıyor. Haberiniz yok mu sizin? Sadece evli kadınlar ütü yapar. Anayasa ile zorunlu hale getirilmiştir bu. Görevini yerine getirmeyen kadınlar kocaları tarafından ihbar edilirse 3 aydan başlayan hapis cezası var. Hapis para cezasına, çalışmayan kadınlar içinse kaynanaya zorunlu hizmete çevrilebiliyor.
Bekarlık sultanlıktır diyorlar ya nasıl bir sultanlık anlamadım. Akşama kadar çalış, canın çıkmış vaziyette eve gel evdeki bok püsür işlerle uğraş. Paran varsa sultansın bir kere. Gez toz eğlen. Kirayı, faturaları, taksitleri düşünme. Paran yoksa sultanlıktan çok işçiliktir. Hangi sultanın ev temizlediği, yemek yaptığı, bulaşık yıkadığı görülmüş. Ayda 2 kere kafana göre takıldın diye sultan mı oldun rezil?
Biraz Polyannacılık oynarsak eğer bekarlığın sultanlık olduğunu kabul edebilirim. Bekar evi de sarayıdır. Sarayın konforu bekarın banka hesabıyla doğru orantılıdır. Şimdi gelelim saraydaki fasilitelere; sarayın soytarısı olarak bilgisayarımız var. Haşmetmeap av gezisine çıkmak isterse bu da bekar erkeğin kaçamak denemesidir. Bekar hanım sultanın av gezmesi mi? Türkiye de tövbe deyin lütfen! Olsa olsa ev gezmesi olur. O da evli arkadaşlarının kocalarını, kaynanalarını, görümcelerini, eltilerini, vs çekiştirmelerini dinlemekle geçer. Ha bir de bu evlilerin çocuklu versiyonu var ki evlerden ırak. Ya hamilelik deneyimleri konuşulur ya da çocuk maması ve bezi kokar ortam. Koşarak uzaklaşın derim. Yastığınızla muhabbet bile daha renkli geçer. Neyse efenim nerede kalmıştık? Ha sultanın av gezisindeydik. Av gezisine at lazım. Sultanımızın arabası varsa şanslı. Kızlar arabaya bayılır. Model ne kadar yüksekse reyting de o kadar yüksektir. Arabası olmayanın atı ise İstanbul’da İstanbul karttır, bir de indirimliyse tadından yenmez. Sultanımızın kaftanı da gardırobunun zenginliğiyle ölçülür tabi ki de. Erkekler için bir kot bir de kokmayan tişört her zaman kurtarıcıdır. Kızlar için de mini etek ve süper ince çorap. İşte sultan neye sahipse bekar da uyarlasın artık kendine göre benim aklıma gelenler bunlar.  

Bekarlık ev arkadaşınız da yoksa yalnız yaşamayı gerektirir. Yalnızlığı, sıkılma kısmını, kira derdini, saymazsak on numaradır yalnız yaşamak. Ama her zaman böyle olmuyor. Yalnız yaşamak göt ister. Evden işe, işten eve bir yasam sürüyorsanız (ki büyük çoğunluğun böyle bir hayatı var, azınlık kesim tuzu kuru olanlar)eve geldiğinizde dört duvar arasındasınız. Her şeyi kendiniz yapmak zorundasınız. Yemeğinizi yapar, evinizi toparlar, temizliğinizi kendiniz yaparsınız. İstediğiniz kadar canlı renklere boyayın, duvarlarınızı resimlerle, tablolarla süsleyin, hadi bir çay içelim diyecek biri olmadıktan sonra, o çayın yanında sıcak bir sohbet olmadıktan sonra hiçbir işe yaramaz. Hastalansanız bir kap çorba pişireniniz olmaz. Acındırmak için söylemiyorum bunu. Gerçeğin ta kendisidir. Bu kadar da değil dahası var. Yaptığınız yemekleri en az iki gün boyunca yemek zorunda kalırsınız. Az yap diyenin ağzını kırarım. Minimum malzemeyle yemek yapsanız iki gün gidiyor o yemek. Yemekleri hep sen yaparsın, bulaşıkları her daim sen yıkarsın. Faturaları yatırmadı diye kızabileceğin kimse yoktur kendinden başka. Hatta siz evli kadınlar kaçınız faturayı düşünüyor acaba? Hatta daha ileri gidiyorum kaçınızın faturalardan haberi var? Bir de sessizlik problemi var. Sessizliğe karşı tek çözüm televizyon ya da müziktir. Seyretmesen de dinlemesen de o orda öyle açık durur. Başka bir sorun ev kazaları. Banyoda düşüp bir tarafınızı kırsanız hatta ölseniz ancak koktuğunuzda bulunacak olma ihtimalini bir düşünün bakalım. Ya da gecenin bir yarısı, korkudan ölseniz "korkuyorum" diyebileceğiniz kimse olmaz yanınızda. Üzüntünüzü ya da sevincinizi anlatacağınız biri yoktur evde. Telefonla birilerine ulaşma imkanınız vardır ama herkes bilir ki yüz yüze konuşmak ve paylaşmak ayrı apayrı bir şeydir. Ya tamir işleri? Akşamın kör vakti ya da pazar günü bozulan musluk, patlayan ampul başa beladır. Aşkıııım diye ağzınızı yaydıra yaydıra aman dilenirsiniz kocalarınızdan. Şimdi bazıları “ay benim kocam ampul bile değiştiremez, elinden o işler gelmez” diyor tabi ama tamircilerle muhatap olmanın anlamını da bilmiyorsunuz.  Akşam eve gelirsin, yatana kadar ses telleri pasif, yatarken zaten pasif, sabah kalkarsın, alelacele işe gidersin, teller hala pasif. İş yerinde saatlerdir hiç hareket görmemiş ses tellerin, ilk rastladığın iş arkadaşına günaydın derken bir garip olur, çatallı bir ses çıkar. Hele birkaç gün evde kalıp dışarı çıktıysan unutuyorsun konuşmayı, kendi sesini duyduğunda daha garip bir his oluyor. Başka bir an ise evde bir böcekle karşılaşma anıdır. Ya o böceğin özgür iradesiyle gitmesini beklersin çaresizce başka bir odaya hapsolarak ya da bütün cesaretinizi toplayıp onunla kendiniz muhatap olursunuz çünkü evde sizi ondan kurtaracak başka birisi yoktur.

Yalnız yaşayan bekar bir kadın olarak yeni tanıştığınız beyler kahveye gelmek isterler ısrarla. Bir şekilde kırk takla atarlar davet ettirmek için kendilerini. Ben şahsen evim orman manzaralı olduğu için ağaç koleksiyonumu göstermeye çağırıyorum. Benzer durumda ki erkeklerin durumu ise daha vahim.  Ailesiyle yaşayan bekar arkadaşlar ya da evli olup da çapkınlıktan geri durmayan erkekler adamcağızın evini garsoniyer gibi kullanır. İpini koparan sevgilisini, fuckbuddysini hatta hayat kadınını alan kapıya dayanır ve 1-2 saat evi boşaltmanı ister senden.

Yalnız yaşamanın en büyük yan etkisi ise, bu duruma alışırsınız ve evde herhangi birine 3 günden fazla tahammül edemezsiniz. İnsan içine çıkmak istemezsiniz. Yalnız kalmak için çaba sarf edersiniz. Bir süre sonra kendi kendinizle konuşmaya başlarsınız:
-tatlım, kahve içer miyiz?
-aaa, içeriz tabi.
-sütlü?
-lütfen...


Son söz, benim için bekarlığı sultanlık yapan ya da yaşantımı özenilir kılan iki şey var. Biri çoluk çocuk gürültüsü, bakıcısı, okulu gibi ıvır zıvır dertler olmaması gibi diğeri de bonus olarak lüzumsuz yere hayatıma eşin ailesi gibi nerden türediği belli olmayan bir sürü akraba-i taallukatı sokmuyorum ve onlarla uğraşmak zorunda kalmıyorum.

Kendi çöplüğüm, kendi kararım.

27 Aralık 2013 Cuma

Kırmızı don


"Yılbaşında Süpermen olamayacaksanız kırmızı çamaşır giymeniz bir şeyi değiştirmez." 
Clark Kent

Yeni yılın yaklaşmasıyla vitrinleri, pazar tezgahlarını süslemeye başladı kırmızı iç çamaşırlar. Kimisi kalpli kutularda, kimisi gül şeklinde, yüzlerce çeşit ve desende külotlarla doldu her yer. Adet olmuş artık, kadınlar illa o gece giyecek onu. Yaygın bir inanış var. Yılbaşı gecesi saat 12’ye kırmızı don giymiş olarak girenlerin bütün istekleri kabul ediliyor, şansları yaver gidiyormuş. Eskiden sadece kadınlara özel bu inanış artık erkekleri de kapsamaya başladı. Hadi kadınları anladık ama erkekler için olacak şey mi bu? Alt tarafı el kadar bir kumaşın hayat karşısındaki gücü ve insana faydası, delikanlılığa verdiği zarardan daha fazla olabilir mi? Neyse herkesin kendi bileceği iş. Biz dönelim uğur getirmekonusuna. Bu konuda en yaygın inanışlar şöyle;
  •         En çok bilineni kırmızı don giy, bütün yıl “donan”dır. Kırmızı don giyildiğinde bütün yıl, giyilecek bir sürü şey alınacağı inancı çok yüksek. Kimileri kendine göre bunu mal, mülk anlamında da yorabiliyor.
  •         Bildiğimiz gibi kırmızı aşkın rengi. Kırmızı külot; bütün yıl unutulmaz, dillere destan bir aşk yaşanacağı inancıyla da giyiliyor.
  •         Kırmızı külotu gece yarısı 00:00’a yakın giyenlerin inancı da uğursuzluk. Bu saate yakın giyilmediği takdirde, kırmızı külotun uğursuzluk getireceği inancı da yaygın.
  •        Kırmızının şans getireceği inancıyla giyimi de çok yaygın. Yanınıza gelip şekerim piyango bileti almadın mı hala diye soran olursa, bilin ki Nimet Abla’dan çıkar çıkmaz gidip kendine bir de kırmızı don almış. Ben kırmızı donumu giyip öyle aldım Nimet Abla’dan biletimi. Piyango bana vurursa uğurlu tonumu bir fakire bağışlarım artık. Seneye de ona şans getirsin :)
  •        “Kısmetsizim, ne yaparsam yapayım açılmıyor kısmetim” diye ağlayan evde kalmış kızlara da “yılbaşı gecesi kırmızı don giy, kısmetin açılır.” İnancı da oldukça fazla.
  • .       Kırmızının gücünün yeni yılda giyen kişiye cesaret, güç ve mevki getireceği inancı az da olsa mevcut.

Tabi gerçekten uğur getirmesi için doğru zamanda ve doğru yerde giyilmesi gerekiyor.  Tam yılbaşına girerken giyinilip bir tur atmak lazımmış. Bu uğurda yeni yıla tuvalette giren nicesi telef oldu ve bütün yılı b.. gibi geçti. Aman dikkat! Bir dostum da naçizane uyardı. Belgrad Ormanı’nda ya da Tarlabaşı’nda giyilirse şans getirmediği gibi mevcut şansınızı da götürürmüş.

Kırmızı don geleneğiyle ilgili en ilginç söylenti ise Amerika’dan. 1956 yılında Hery George Pur’a ait iç çamaşırı firması iflasın eşiğindedir. Ödeme sıkıntısı içindeki sevgili Hery, elindeki kırmızı donları satıp borç batağından kurtulmak için ufak bir araştırma yapar. Araştırma sonucuna göre kadınların sütyen külot takım alırken kırmızı rengi tercih ettiğini ancak, tek külot alırken siyah ve beyazı daha fazla tercih ettiğini görür. Hery, tüm çalışanlarına, tanıdıkları her kadına yeni yıl hediyesi olarak yeni yıldan 1 hafta önce kırmızı don vermelerini ve yeni yıl akşamı giyilen kırmızı donun şans getirdiğine dair bir hikaye anlatmalarını ister. Şans getirme hikayesi tüm Amerika’ya yayılır. Hery borç batağından kurtulmakla kalmaz bir de aldığı ek siparişler sayesinde köşeyi döner. Bize de her yeni yıl kırmızı don giymek kalır.

Son söz, büyük ihtimal evde bir boğa olmasını hayal eden kadınlar tarafından çıkarılan bir adet kırmızı iç çamaşır. Umut değil mi insanı yaşatan, neden olmasın? ;)

26 Aralık 2013 Perşembe

Noel Baba



Tüm Dünya’da yılbaşının simgesi haline gelmiş olan Noel Baba'nın hayat hikayesini paylaşmak istedim bugün.
Noel Baba olarak bildiğimiz kişinin gerçek adı, Aziz Nicholaos'tır.

Noel Baba'nın, Türkiye'nin Akdeniz kıyılarında bulunan Lykia’nın Patara şehrinde doğmuştur. Nicholaos, M.S. 300′e doğru, Lykia’nın Patara kentinde, zengin bir buğday tüccarının oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bu dönemlerde, Lykia’nın; ve Patara’nın refah içinde olduğunu da hatırlatmak gerekmektedir. Nicholaos doğduğunda, onun bir kurtarıcı olduğu düşünülmektedir. Nicholaos’ın, annesi ile babasının yaptığı adaklar; ve dualar ile, göğün hediyesi olarak dünyaya geldiği düşünülmektedir. Nicholaos’ın, fakirlerin kurtarıcısı olduğuna inanılmaktadır. Nicholaos’ın, yani Noel Baba’nın, gençlik dönemlerinden itibaren mucizeler yarattığına inanılır. Noel Baba hakkında şu olay anlatılmaktadır: Noel Baba gençliğinde, henüz inşaatı tamamlanmamış olan bir kilisenin yıkılması ile birlikte, enkazın altında kalmış, ve annesi ağlayıp üzülmeye, oğlunun öldüğünü düşünmeye başlamıştır. Noel Baba’nın, tam bu sırada, kilisenin enkazında bulunan taşların altından sağlam bir şekilde çıktığı söylenmektedir.
Bir zaman sonra Noel Baba’nın babası ölmüştür. Noel Baba’nın babasının ölümünden sonra, Noel Baba’ya önemli bir miras kalmıştır. Bu miras, Noel Baba tarafından yoksullar arasında paylaştırılmaya başlanmıştır. Aynı dönemde, Patara’nın çok önemli zenginlerinden bir tanesi de, tüm var olan servetini kaybetmiş; ve fakirleşmiştir; bu fakirlik öyle bir hal almış ki, adam, kızlarının çeyizini dahi yapamaz duruma gelmiştir. Fakir adam öyle bir hal almıştır ki, çaresizlikten, kızlarını satmayı düşünmeye başlamıştır. Durum Noel Baba tarafından fark edilir. Noel Baba bu aileye yardım etmek ister; fakat kendisini belli edip, ailenin gururunu kırmayı da istemez. Gece yarısı, bu ailenin evine girmeye başlar. Bu sırada herkes uyumaktadır. Büyük kızın penceresi açık iken, Noel Baba, bu kızın penceresinden içeriye bir kase altın atar. Bu altın, büyük kızın çeyizini almaya yetecek kadar değerlidir. Sabah uyanıp da altınları bulan kız çok sevinir. Ancak adamın iki kızı daha vardır. Noel Baba bu kızların da çeyiz paralarını karşılamak ister. Fakat bu kızların pencereleri açık değildir bu yüzden Noel Baba bu kızlar için vereceği parayı bacadan içeriye atar.
Noel Baba hakkında bilgiler burada başlar. Yılbaşı hediyelerinin öyküsü de buradan gelmektedir. Noel Baba kimdir deyip de Noel Baba ikonalarına bakarsanız, üç adet altın topunun olduğunu görürsünüz.

Noel Baba ile ilgili karşımıza çıkan bir diğer hikayeyi de sizlerle paylaşmak isterim.  
Aziz Nicholaos, Kudüs’e giderek hacı olur. Hacdan dönüşünde içerisinde bulunduğu gemi ise, şiddetli bir fırtınaya yakalanır; ve batmak üzeredir. Aziz Nicholaos dua etmeye başlar; ve geminin batmaktan kurtulmasını sağlar. Fakat bir kişi yine de denize düşmüş; ve boğularak ölmüştür. Aziz Nicholaos bu kişiyi tekrar gemiye alır; ve duaları ile diriltir. Bu nedenle, Noel Baba kimdir sorusunun yanıtı için Noel Baba hakkında bilgilere baktığımızda, Noel Baba’nın denizcilerin de dostu olarak tabir edildiğini görebilirsiniz.

Bir zaman sonra, Patara’dan Myra’ya göç eden Aziz Nicholaos, burada, ölen Başpiskoposun yerine geçecek olan kişinin kim olacağına dair anlaşmanın sağlanamadığını görmüştür. Bir karar alınır, kiliseye sabah en erken gelecek olan kişinin Başpiskopos olması kararlaştırılır. Kiliseye en erken giden kişi Aziz Nicholaos; yani Noel Baba’dır. Başpiskopos seçilir. Ve Noel Baba, Başpiskoposluğu sırasında, yine bir takım mucizeler gerçekleştirir; örneğin, üç tane generali ölümden kurtarır…

Noel Baba öyküleri; ve yılbaşı hediyeleri ile ilgili bir diğer hikaye de şu şekildedir: Myra’da kıtlığın hüküm sürdüğü bir senedir. Myra’da bulunan Andriake Limanı’na bir filo uğrar. Bu filo İskenderiye’den Byzantion’a mısır taşımaktadır. Noel Baba, her bir gemiden, Myra’ya biraz mısır bırakmalarını ister. Gemiciler bu isteği istemeyerek yerine getirirler. Fakat filo, Byzantion’a ulaştığında, gemiciler, Myra’da bıraktıkları mısırların yerinde durduğunu görür; ve şaşırırlar…

Noel Baba hakkında bilgi almaya devam ederken, Noel Baba’nın, 343 yılında, 65 yaşındayken öldüğü görülmektedir. Bunun üzerine Myra’lılar, Noel Baba’yı sonsuz uykusunda rahat ettirmek için bir kilise yaptırmış; ve kilisenin içerisinde bir lahitte, Noel Baba’yı sonsuz uykusuna uğurlamışlardır.


Ancak Noel Baba, sonsuz uykusunda huzur bulamamış, ve 20 Nisan 1087 tarihinde, Haçlı Seferleri sırasında, Bari’den gelen bir grup tarafından kemikleri çalınarak Bari’ye götürülüp, Bazilika’ya gömülmüştür. Noel Baba’nın kemiklerinin bir kısmı ise halen Antalya’da, Antalya Müzesi’nde saklanmaktadır

Gelelim günümüzdeki Noel Baba imajının hikayesine. Noel Baba’nın gündelik hayata girişi ilk kez, 1863 yılında ABD’de olmuştu. Thomas Nast adlı bir grafikçi, yoksullara, ihtiyaç sahiplerine yardım eden bir Hıristiyan azizinden esinlenerek beyaz sakallı tonton bir dede resmi çizmiş ve bu resim Harper’s Weekly adlı bir derginin 3 Ocak 1863 tarihli kapağında yayımlanmıştı.
Nast’ın siyah-beyaz Noel Baba figürünü, renklendirmeyi akıl eden kişi 1924 yılında, kapitalist tüketimin sembol içeceği Coca-Cola için reklâmlar tasarlayan İsveçli grafikçi Haddon Sundlom oldu. Bu buluş sayesinde, o tarihe kadar esas olarak sıcak mevsimlerde içilen Coca-Cola’nın kış aylarında da tüketilmeye başladığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Ayrıca, figürün yaratılış hikâyesini bilmeyen biri için, Santa Claus gibi aziz bir kişinin renklerini taşıyan bir içeceğin, iddia edildiği gibi kötü bir içeriğe sahip olamayacağı bilgisinin bilinçaltına yerleştirilmesi de kolay olmuştu.
Sundlom’un kırmızı-beyaz elbiseli Noel Baba’sını güleç yüzüyle sekiz atlı bir rengeyiğinin çektiği kızağa bindirmek ve bu kızakla çocuklara hediyeler dağıtmasını sağlamak (böylece Coca-Cola’yı çocukların dünyasına iyice sokmak) ise, bir başka reklâm yazarının işiydi. 1939’da, Denver Gillen’in çizgileri ve Robert May’in şiirinden oluşan ve içinde “kızakla dolaşan neşeli Noel Baba” figürü taşıyan broşür o yıl tam 2,4 milyon basılıp dağıtılmıştı. 1947 yılına kadar bu broşürden kaç adet basıldığını artık siz tahmin edin. Sonuç olarak, Noel Baba’nın popülerleşmesi ile kapitalist tüketim kalıplarının yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması arasında sıkı bir ilişki vardı.





















25 Aralık 2013 Çarşamba

Ölüme uyumak

Ayaz kuru soğuktur . İnsanı üşütmez, acıtır. Kulağınızı, parmak uçlarınızı, yüzünüzü acıtır, keser gibi acıtır. Gözlerinizden yaş getirir “Ayaz”.
Soğuktan donarak ölmek ne kadar da acı bir ölümdür. Hastalıktan, trafik kazasından, afetten değil evsizlikten, yokluktan, soğuktan donarak ölmek. Bütün ölümler acıdır elbet. Yürek yakar bütün ölümler ama yoksulluktan ölmek trajiktir. 40 günlük bir bebek donarak ölüyorsa bu hepimizin sorumluluğundadır. O çocuğun vebali hepimizin boynunadır. Ne bu dünyada ne de diğer tarafta hesabını veremeyiz. Eğer o haberi seyredip geçtiyseniz, içinizde bir şeyler kopup gitmediyse, gözleriniz dolmadıysa, lokmanız boğazınıza dizilmediyse insanlığınızı sorgulamanız gerekir. Orada ölen aslında minik Ayaz’la birlikte insanlığımızdır.

Bizler bu ülkeyi açlıktan ölünmeyecek, soğuktan donmayacak bir hale getiremediğimiz için öldü Ayaz. Bu ülkenin kaynakları ve varlığı açlıktan veya soğuktan ölmeyi engelleyecek düzeyde. Bir de birileri hak yemese, çalmasa diğerlerinin hakkını.

24 Aralık 2013 Salı

Kenafir gözler

Dünkü yazımı sonlandırırken nazarın kıskançlık sebebiyle değdiği inanışından bahsetmiştim. Buna yüzde yüz katılıyorum. Birinin yeni bir ev ya da araba alması, evindeki yeni eşya, yeni bir kıyafet, sahip olunan yakışıklı/iyi bir sevgili/koca, iyi bir meslek, iyi bir kariyer, bol kazanç, vb. gibi olumlu şeyler bir başkasında neden bende değil de onda? Tamam benim de var ama onun ki daha çok, daha iyi, benden hep bir adım önde gibi kıskançlıklar nazar değme olaylarını tetikliyor. İnsanda istek oluşturan tüm güzel şeylere nazar değmez mi zaten?  Yoksa her şey kötü giderken başımıza gelen her kötü olayda kendi hatalarımızı irdelemek yerine dış mihraklardan kaynaklandığını düşünmeyi mi tercih ediyoruz? Dün efsaneleri/inanışları paylaşmıştım. Bugün de bilimsel açıklaması var. Keyifli okumalar :)

Beyinde üretilen elektromanyetik akımların gözden çıkışına ve bu akımların canlı bir varlığa temas ederek onun sağlığını etkilemesi olayı olarak açıklanıyor nazar. Bedenimizde üretilen elektromanyetik akımların üç tane çıkış noktası vardır. Bunlar ellerin içi, ayakların altı ve gözler. Ellerden ve ayaklardan çıkan akımlar dozajı frenlenmiş akımlardır. Bu akımların dozajı ellere ve ayaklara ulaşıncaya kadar bedenimizdeki dokular tarafından hafifletiliyor. Gözlerden çıkan akımlar ise herhangi bir engel ile karşılaşmadan, beyindeki üretim noktalarından hiçbir şeyin frenlemesine maruz kalmadan direk dışa yansır. Ama gözleri öldürücü bir silah haline getiren bu değil, gözlerden çıkan akımları ölümcül yapan göz siniri, gözümüzdeki sıvı ve lenstir. Ellerimizin yapısı nasıl bedenimizdeki elektronları temas ettiği şeye aktaracak nitelikte yaratıldıysa gözlerimiz de temas ettiği şeye enerji aktaracak özellikte yaratılmış. Çok ilginçtir ki kıskanç ve bakışları kötü olan insanlar beyinlerinde negatif ve zararlı akımları sürekli üretir ama bunlarla kendilerine zarar vermezler. Bu insanlar beyinlerinde ürettikleri akımları direk gözlere yönlendirerek, kendi bedenlerini bu zararlı akımların etkisine maruz bırakmaz. Bu akımların zararlı etkisini çevrelerindeki, gözleri ile temas ettikleri insanlar görür. Peki  Bu elektromanyetik akımlar insan bedenine nasıl zarar verir? İnsan bedenini değişik tabakalardan örülmüş bir kumaş olarak düşünün. Bu kumaş tozlu bir ortama bırakıldığı zaman, toz kumaşın içine siner. İnsan gözlerinden çıkan enerji de temas ettiği vücuda toz gibi konar ve bir kumaşın içine bir leke nasıl siniyorsa, o enerji akımları da dokuların içine siner. Sindiği bölgede de hücrelerin fonksiyonlarını kilitler. Bedenimiz “aura” denilen elektromanyetik bir kalkana sahiptir ve genelde kendini enerji akımlarına karşı koruyabilir. Fakat bedenimizin direnci düştüğü anlarda çevremizde bulunan bu zararlı bakışlar kalkanımızın en zayıf halkasından bedenimizin içine sinebilir. Eğer başka bir insanın gözlerinden akan enerji akımları bedenimizin kalkanını delmeyi başarırsa, o zaman elektromanyetik toz dokularımızın içine süzülür ve konduğu bölgedeki hücrelerin fonksiyonlarını kilitler. Kısa bir süreç içinde kilitlediği bölgede hastalık belirtileri ortaya çıkar. Gözden çıkan ışınlar radyoaktif bir güce sahip olduğundan onları ilaçlarla giderilemez. Bunu anca ona benzer bir enerji ile nötralize edebilirsiniz. Bu da kimine göre duadır, kimine göre ise nazar boncuğu.


Mavi boncuk inancın altında dikkat dağıtma amacı vardır. Eğer insanların bakışı boncuğa kayarsa vücudumuz o zararlı akımlardan korunmuş olur. Boncuğun kendisi bedenimize bir kalkan örmez veya kendisinde herhangi bir koruyucu güç yok. Eğer kıskanç kişinin gözlerini kendi bedeninizden almak istiyorsanız ilgi çekebilecek başka şeyler de takabilirsiniz.

Not: kenafir farsça kökenli bir kelimeymiş ve aslı "kinaver gözlü" imiş, "kin getiren, kin besleyen" anlamına geliyormuş. O zaman ne diyelim gözü olanın gözü çıksın.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Aman nazar değmesin!

İnandığım tek batıl inançtı nazar tabi belayı kendine çeken özel bir paratoner çekiciliğim yoksa :) Epey bir araştırma yaptım nazardan kurtulmak için. En garanti yolu nazarı değdiği düşünülen kişinin bir tutam saçı evin içinde yakılacakmış!!! Bu işlemden sonra bir daha o kişinin size nazarı değmezmiş. Çok güldüm bunu okurken. Rahat olun tabi ki de denemedim bunu. Araştırmaları yaparken nazarın gerçekten var olup olmadığını, bu inanışın nereden geldiğini ve bilimsel olarak gerçek olup olmadığını da araştırdım. Şaşırtıcı bir şekilde dünyada bir çok kültürde nazar değmesi/nazara gelme inanışının olduğunu öğrendim. Buyurun efendim birkaç günlük araştırma sonuçlarımı sizinle paylaşıyorum. İyi okumalar.

Nazar sadece Türklere ait bir inanış değil ancak ülkemizde kullanılan nazar boncuğu eski Türk dini Şamanizm’den geliyor.  Şaman inancına göre mavi göz, iyiliğine inandıkları Gök Tanrı’nın gözünü temsil ediyor ve insanları kötü gözlerden yani yer tanrısından koruduğuna inanılırmış.

Bir rivayete göre ise M.Ö. 5000’li yıllarda Mısır İmparatoru Osiris’in oğlu Horus gözlerini açtığında etrafın aydınlandığını (iyilik), kapattığında ise karanlığın (kötülük) çöktüğüne inanılıyormuş. Babası Osiris'i öldüren 'Karanlıklar ve Kötülükler Tanrısı' Seth'den öç almak isteyen Horus’un gözü, kavga sırasında Seth tarafından parçalanınca bilim ve tıbbın kurucusu Toth, bu parçaları toplayıp, gözü eski haline getirmek için eksik kalan parçayı da kendi sihir gücü ile tamamlamış. Horus’un bu gözünü simgeleyen hiyeroglif resim daha sonra uzak görüşlülüğün, beden dokunulmazlığının ve sonsuz doğurganlığın simgesi olmuş. Mısırlılar önem ve değer verdikleri her şeyi koruyabilmek için, üzerine Horus’un gözünü çizmişler ve sonra bu çizimler Anadolu’ya ulaşıyor ve büyük ihtimalle onu ilk defa Fenikeliler (M.Ö. 2500) cam üzerine geçiriyorlar. Piramitler ve Firavundan sonra Mısır'ın bir diğer önemli simgesi olan bu gözün hikayesi de bu.

Başka bir rivayete göre ise M.Ö.190 yılında Pamukkale (Denizli) yakınlarında kurulan bir antik kent olan Hierapolis’in giriş kapısına işlenmiş olan Medusa figürünün, Tanrıça Medusa'dan korunmak için yapıldığı ve bu inancın Türk kültürüne 'Nazar Boncuğu' olarak geçtiği sanılıyor.
Benzer şekilde, Helen Dönemi’nin en büyük tapınakları arasında yer alan ve Didim'de bulunan Apollon Tapınağı’nda bulunan Medusa başının da bir “nazar boncuğu” işlevi gördüğü ve Apollon Tapınağı’nın kötü fikirli insanlardan bu Medusa başı ile korunduğu kabul ediliyor. Bir başka efsaneye göre de nazar boncuğu bizzat "Medusa'nın gözü"ymüş. Medusa bakışlarıyla insanları taşa çevirdiği için bunu durdurmanın bir yolu aranmış ve bunun çözümü olarak gözünü çıkartmaya karar verilmiş. Eskiden Anadolu’da bu gözün sembolü evlerin kapısına asılarak ilk bakış ilgi çekici nesne olarak boncuğa yöneltildiği için insanlar negatif bakışa direkt maruz kalmadan nazardan korunduğuna inanıyorlardı.

Bana en mantıklı gelen açıklama ise şu: Nazar inancının arkasındaki güç, bakışın ruhla bütünleşmesidir. Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş, gözdeki yansımadır. Eski insanlar sudan, aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını, ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı. Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin, şimdi Irak'ın bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor. Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç, bir bakışla yaşayan şeyleri de kurutabilme yönünde gelişti.  Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca, sayılarının daha az olması sebebiyle, mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde camdan yapılan nazarlıklar, nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.

Zamanla nazarın kıskançlık sebebiyle değdiği inanışı yaygınlaşmış. Bu nedenle özellikle Ortaçağ'da Avrupa'da herhangi bir şeyden övgü ile bahsedilirken nazar değmemesi için "Tanrı izin verirse" veya "Tanrı kutsasın" sözlerini eklemek geleneği oluşmuş. Müslüman toplumlarda ise benzer anlamlara gelen "Maşallah" sözü kullanılıyor. (Maşallah sözü 'Allah'ın izniyle/isteğiyle' anlamına gelir ve İslam'daki 'kaza, kader ile hayır ve şerrin Allah'tan geleceği' inancını vurgular.) İnsanlar nazardan korunmak için de üzerlerinde nazar boncuğu taşımaya başlıyorlar. İnanışa göre üzerinizde taşıdığınız nazar boncuğu ne kadar güzel ve dikkat çekici olursa size bakıp da nazar değdirme ihtimali olan kişinin bakışlarını ilk o çekiyor ve kötü düşünceleri, bakışları kendinde topluyor. Bazıları ise nazar boncuğunu görünmeyecek şekilde kullanıyorlar, sanırım kendini beğenmiş olarak nitelenmek istemiyorlar, bu durumda nazar boncuğu kötü bakışları üzerine çekme görevini yerine getiremediğinden işlevini yitirmiş oluyor.


Ha bir de unutmadan ayna karşısında fazla durmayın, aynaları çatlatmayın. Gözlerinizden çıkan ışınlar aynaya çarparak size geri döner ve kendinize nazar değdirirsiniz J

Günün anlam ve önemine binaen bir Bedri Rahmi şiiriyle yazıyı noktalayayım bari.

elemtere fiş
kem gözlere şiş
benim bir yarim var müthiş
bazen yedi yaşında bazen yetmiş

elemtere fiş
kem gözlere şiş
benim bir yarim var müthiş
azcık rum azcık kürd azcık ermeni
aklına esmeye görsün.
Galata kulesinin
tepesinden atar beni
sonra benden önce iner, tutar beni

elemtere fiş
kem gözlere şiş
benim bir yarim var müthiş
yarısı imam yarısı keşiş
misli menendi görülmemiş
her parmağında bir marifet
hünerli mi hünerli

ayıptır söylemesi
hemi Galatasaraylı hemi Fenerli


22 Aralık 2013 Pazar

Mutluluk


Mutluluk, 

Hz. İbrahim'e göre çalışmak, kazanmak ve kazancını kendi türüyle paylaşmak.

Hz. Musa'ya göre nefsini, firavunun ihtiraslarından kurtarmaktır.

Konfüçyüs'e göre bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır.

Aristo'ya göre mantık, işte mutluluk!

Eflatun'a göre daima yücelikleri düşünmektir.

Zerdüşt'e göre karanlıkta kalmamaktır.

Brahma'ya göre herkesin zannettiğinin tam tersi olan şeydir.

Hz. İsa'ya göre geçmişi unutmak, yaşanan anı hoş görmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.

Lokman Hekim'e göre insanların tüm özlemlerini tek seferde ile ifade etmek için uydurdukları bir kelimedir.

Hızır’ a göre ihtirasların giremediği gönüllerde bazen şimşek gibi çakan bir hayalettir.

Buda'ya göre yokluğun en güzel isimlerinden biridir.

"Ey fahr-i alem! İnsanlığın dertlerini anlayan, ilacını bulan yalnız sensin!

Filibeli Ahmed Hilmi’nin A'mak-ı Hayal (Hayalin Derinlikleri adlı bir tasavvufi roman)adlı eserinden alıntıdır.

Mutluluk her zaman istediğimiz ama sahip olamadığımız bir duygudur. Durup bize gelmesini bekleriz.  Birey olarak insan doğasıyla, hayatla, alınyazısıyla uyum içinde olan herkes mutlu olabilir. Mutluluk bir süreç değildir anlardan oluşur ve hayatla barıştığınız an iyileşmeye başlarsınız. İyileşmek de mutluluk getirir hayatınıza. İçinizde yaşama sevincini hissedebilirseniz yaşayabileceğiniz bir duygudur mutluluk. Mutluluğunuzu kendinizle barışıp iç huzurunuza bağlarsanız sizden kaçmaz. Böylece üzgün ya da öfkeli olduğunuz zamanlarda mutluluğunuz sizden çalınmış olmaz çünkü mutluluk hayata karşı aldığınız bir tavırdır. Yoksa mutluluk sadece hiçbir derdin tasanın olmaması değildir. Sonuçta mutsuz insanlarda zaman zaman keyifli anlar yaşayabilir.

Sürekli mutluluğu düşünmeyen insan gerçekten mutludur, çünkü mutlu insan sahip olduğunu, elde ettiğini sevmektedir. Sahip olamadıkları için mızmızlanmayı bırakmıştır. Kendisiyle, yazgısıyla barışıktır. Kendisinin güçlü ve zayıf yönlerini bilip kendine karşı dürüst davranır. Hayatta karşısına çıkabilecek zorlukları, imkansızlıkları öngördüğü halde hayattan kopmaz, pes etmez çünkü yaşamanın nefes almanın başlı başına mutluluk olduğunun farkındadır. Henüz çok şey yaşamamış olmaya üzülmek yerine; yaşanabilecek acı tatlı her şeye razı olmayı bilmektedir. Mutluluk mutlu olmayı bilenlerin hak ettiği en kutsal duygudur. Talmud’ da “mutluluk, nerede olduğunu bilmek ve orada durmaktır” yazar. Mutluluklar herkese :)

20 Aralık 2013 Cuma

İnsan olmak bedava



''Ey sokak! Sen bozuk ve çamurlusun. Seni düzeltmeseler de geçeceğim.
  Ey adam! Sen bozuk ve çamurlusun. Seni düzeltmeden geçemeyeceğim.''
  
Özdemir Asaf

İnsan nedir? “İki ayağının üzerinde durabilen, yürüyen, beyinleri gelişmiş, konuşabilen tek yaratık” yeterli bir ölçüt mü peki bu? İnsan, “düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı” olarak tanımlanıyor TDK sözlükte.

İnsan olarak dünyaya gelmek bizi insan yapmaz. İnsan olmak kolay bir iş değildir öyle. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik zeka olduğundan, zeka beraberinde düşünme becerisi getirdiğinden, ancak düşünürsek insan oluruz. İç güdülerimize hakim olup, ilkel dürtülerimizin esiri olmadığımızda insan olabiliriz. Düşünebildiğimizde, kendimize ve topluma karşı sorumluluk duyduğumuzda, vicdan sahibi olduğumuzda insan olabiliriz. Bu bağlamda herkesten insan olabilmesini beklemek hata olur. Kendimizi kandırmış oluruz ki bu da kendimize yaptığımız bir kötülüktür.

İnsan olarak kalabilmek sahip olunması gereken nitelikler, değerler açısından baktığımızda sanıldığı kadar kolay değildir, en zor iştir bu dünyada.

İnsan olmak herkesin harcı değildir. Sabır ve emek isteyen, zaman gerektiren, zor bir sanattır.
Yürekli ve onurlu olmayı gerektirir.

Çıkarlar uğruna insan harcamamayı, yalan söylememeyi, şaşırtmamayı, yanıltmamayı, ruhunu satmamayı, edep sahibi olmayı gerektirir.

Vicdan sahibi olmayı, hak ve adaletten şaşmamayı, özü sözü bir olmayı, verdiği sözleri tutmayı, doğru bildiklerinin arkasında durmayı ve bu değerler için savaşmayı gerektirir.
Kazandığı zaman mağrur durabilmeyi, kaybettiği zaman yıkıldım diye sızlanmama onuruna sahip olmayı gerektirir.

Bütün bunları yapabilmek için iyi bir hamura sahip olmak gerekir. Hamuru iyi yoğurulmamışsa bazıları asla insan olmayı başaramazlar ne yazık ki. Hamuru edepsizlikle, kibirle, hadsizlikle, yüzsüzlükle işlenmişse, insan olamaz o bazıları. Bir de üstüne saygısızlık, kaba kuvvet ve küfürle mayalandıysa bu hamur insanlık imkansızdır bunlar için. Bu vasıfsızlara laf anlatarak, eğiterek, iyi davranarak bir şeyleri değiştirebileceğinizi sanmayın. Tümüyle enerji ve zaman kaybıdır bu varlıklar için verilen her uğraş. Bu mayası bozuklar için insan olmak o kadar zordur ki, işin kolayına kaçıp insan görünümlü olarak hayata devam ederler.

Son olarak diyorum ki "siz olmadan da ben zaten hep vardım, yine olacağım".



19 Aralık 2013 Perşembe

Bir daha inananı öpsünler!

“Tanrım siz dostlarımdan koruyun, düşmanlarımla ben başa çıkarım.” Voltaire

Altında bir dost imzası olan, yemesi kolay hazmı zor dünyanın en pahalı yemeğidir kazık.

Bir de yüzüne gülüp, gözünün içine baka baka enayi yerine koyarak ikram edildiyse işte o vakit tadından yenmez. Aldığınız tat bir ömür yeter size. Arkadaş, dost olarak gördüğün insanın aslında ne kadar farklı olduğunu öğrenmiş olursun. Bir de iyi yönünden bakmak lazım, insanları tanımak gibi bir avantajı vardır yediğiniz kazıkların bu sayede insanları ait oldukları yere koymayı öğrenirsin. Onurunla, şerefinle hayatını sürdürmeye çalışırken arkandan çevrilen Bizans oyunları sonunda aydınlanma yaşarsın. Yolunu ona göre çizersin.

Aslında iyi niyette hatta biraz daha ileri gidiyorum “salaklık” ta mastır derecesi yaptıysan yüzüne güleni dost sanır, kimseden bir kötülük beklemezsin zaten. Hiç beklemediğin insanlardan yersin kazığı. Ağlarsın, sızlarsın, sinirlenirsin, boğazın düğümlenir laf söyleyemezsin, içine atar sinirden kudurursun, kendini aptal gibi hissedersin ama ne çare sessiz sedasız hissettirmeden girmiştir kazık ve çıkarken acıtmıştır.

Hem yediğin kazık senin sorumluluk alanındadır. O kişiyi kendine o kadar yaklaştıran sensin. Senin bütün iyi niyetine karşın nankörlük yapıldıysa, bunu sen kendine layık gördüğün yüzüne gülene inandığın için, iyi niyetli olduğun içindir. Onu sen seçtin, sen değerlendirdin. Sen kendi yargı yeteneğini kullanamadın.

Hayat dediğimiz şey yediğimiz kazıkların bileşkesidir o yüzden her insanın tecrübe etmesi gerekir. Neden her insanın tecrübe edinmesi gerekiyor diye sorarsanız, kazık atan kişinin gizli kalmış, fark edilmemiş bir yönünün ortaya çıkmasıyla hayatın boyunca unutamayacağın bir darbe yemişsindir. Bundan sonra çok sevdiğin, çok yakın olduğun birine bile güvenemezsin, söylediklerine inanmazsın çünkü sonrasında aptal konumuna düşeceğini bilirsin. Hayata karşı gardını alırsın bu aşamadan sonra çünkü çevrenizdekiler de sana söylenen yalanı, yediğin kazığı bildiğinden sana karşı yalan söylerken bir kere daha düşünmeye gerek duymaz. Sonuç olarak kimseye güvenilmeyeceğini öğrenirsin, insanlarla arana duvarlar örersin. Bence bu kayıp değil, kazançtır.

Eh bu saatten sonra “afiyet olsun” şekerim.

Bundan sonra hayat mottonuz “ben bana yeterim, kalanını skrm” olsun canlar.


18 Aralık 2013 Çarşamba

Kutu kutu pense

Orijini ayakkabılarımızı muhafaza etmek için yapılmış olsa da çok farklı amaçlar için kullanabiliriz ayakkabı kutularını. Muhtemelen ayakkabı kutusunu ilk yapan şahıs da bu kadar fonksiyonel bir eşya olacağını tahmin etmemiştir.

Google da bir arama yapsanız bu basit kutunun farklı ebatlarından faydalanılarak yüzlerce çeşit eşya yapılabildiğini görürsünüz. Kimisi renk renk desen desen kumaşlarla süsleyerek dekoratif saklama rafları oluşturmuş, kimisi takı kutusu yapmış kimisi çocuğuna kalemlik. Hiç aklıma gelmezdi ama çeşitli süslemelerle fotoğraf çerçevesine dönüştüren bile olmuş. Kızına alamadığı Barbie evi yerine renkli kağıtlar ve kumaşlarla süsleme yaparak bir bebek evi oluşturan bir anneden tutun da oğluna araba modelleri hatta oyuncak arabalarına garaj yapan babalara rastladım.

Benim için ayakkabı kutusu ortalıkta bulunmasın, aman toz olmasın, bozulmasın, yıpranmasın, kaybolmasın dediğim ufak tefek eşyalarımı koyduğum saklama kaplarından öteye gitmemiştir. Maalesef yaratıcı bir insan değilim. İçine fotoğraflar, maziden kalan mektuplar, cd’ler saklarım. Faturaları, garanti belgelerini bir arada muhafaza için de ideal bir kasadır. İçinde saklananlarla şekil değiştiren bir eşya olurlar. Artık o bir ayakkabı kutusu değildir. Ara ara baktığınızda hayatınızda biriktirdiklerinizi, eksilenleri anlatır, (eski resimler, mektuplar, tatilde aldığınız magnetler, anahtarlıklar, sevdicekle gidilen ilk sinema, tiyatro, konser bileti, vs.) kişisel tarihinizdir o sizin. Yani kısacası bazen bir küçük ayakkabı kutusu sizle, yaşamınızla ilgili çok şey anlatabilir.

Biriktirdiğiniz hatıralarla yıllanmış hayatınızı küçücük bir kutuya sığdırabilirsiniz. Ayakkabı eskir çöpe gider ama kutusunun içindekiler eskidikçe kalır ve değerlenir.

Ha bir de bugünlerde öğrendim ki bazıları kumbara olarak kullanıyormuş ben eski kafalıyım sütyen banktan vazgeçemem.


Önümüz yeni yıl ben de ağacımın altına ayakkabı kutularımı koydum bekliyorum. Belki Noel baba bir sürpriz yapar ;) kim bilir…


17 Aralık 2013 Salı

Yalın halim

Herkes umutsuzca ruh eşini arar, çünkü gerçekten umutsuz birisi uydurmuştur bir yerlerde bizi bekleyen bir ruh eşimizin olduğunu oysa her arayışımızın sonu kendimizdir, hissettiğimiz ve maruz kaldığımız her şey yalnızlıktır.

Ne yaparsak yapalım kurtulamayacağımız bir gerçekliktir yalnızlık. Kendi başımıza yaratabildiğimiz tek gerçekliktir. Kendi varlığımızı onaylamak ve kendimizle barışmaktır. İnsanın kendisiyle tanışması, kendisiyle yaşamayı öğrenmesidir. 

Her şeyden, herkesten uzaklaşıp kendine dönersin, kapıları kilitler, pencereleri kapatır ve kendi kendinle baş başa kalırsın. Kendine verebileceğin en güvenilir sözdür yalnızlık.

Yalnızlık Allaha mahsustur derler ya bundan sebep yalnız insan Tanrıya daha mı yaklaşır yoksa ona ait olanı yaşadığı için ondan uzaklaşır mı? Yoksa yalnızlık insanı Tanrılaştırır mı?

Yalnız kalmaya fırsatı olmayan yalnızlığı daha çok sever demişti bir arkadaşım meğer yalan söylemiş. Yalnızlıktan korktuğu için hep kalabalıklardaymış da yalnız kalmak istiyormuş numarası yapıyormuş. Oysa tercih edilerek yaşanıyorsa dünyanın en güzel duygusudur yalnızlık. Fena alışkanlık yapar, vazgeçilmez olur. Kimseye bağlı olmazsın, kimsenin sorumluluğunu almazsın üzerine, özgürsündür, özgür. Kendi kendine yetersin, kimsenin nazını, kaprisini çekmezsin. Kendinin ne kadar güçlü olduğunu anlarsın. Kendini anlar, keşfeder ve olgunlaşırsın. Bu senin tercihin olduğu için huzurlusundur. Yalnızlık iyidir. İçindeki kendini bulursun. Ya kalabalıklar içinde yalnız kalsaydın, bir daha bulunmamak üzere kaybolsaydın bir kalabalıkta? İşte o zaman acı çekerdin, işte o zaman güçsüz kalır, umutsuzluk denizinde boğulurdun.

Seni asla terk etmeyecek ve asla yalnız bırakmayacak tek gerçek dostundur yalnızlık. Onu sev. Çünkü insan en çok yalnızken yalın olur, kendi olur.

I
Yalnız kaldınız sanırsınız,
Biliyorum.
Yalnız bırakılmışsınız,
Biliyorum.
Ötesi yok.

II
Ötesi var!
Yalnızlık
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık
İnsanın kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okuması
Yalnızlığın da ötesidir.

Özdemir Asaf



16 Aralık 2013 Pazartesi

Bakalım daha neler göreceğiz

Bu dünyada sahip olduğumuz tek şey “hayat”. İstesen de istemesen de, sevsen de sevmesen de… Zaten sana da soran yok!!
Anlamsız, gereksiz, boş bir süreç.
Bir sıkıntılar senfonisi.
Çekilmez bir boşluk.
Rutinlerinde boğulduğumuz bir olgu.
Sahi nedir hayat?
Sabah kalkıp işe gitmek, mesaiyi doldurup eve dönmek, yemek, içmek, faturaları ödemek, spor yapmak, sinemaya gitmek, ebeveynleri/akrabaları ziyaret etmek, para kazanmak, para kaybetmek, bir tanrıya inanmak, ondan korkmak, yenilikler, uğraşlar bulmaya çalışmak, hep bir şeylerin peşinde koşturmak, vs.
Cevabını asla bilmediğimiz bir bulmacayı çözmeye uğraşıp duruyoruz. Bir etiket edinmek için savaşıp duruyoruz. Bitmeyen arzularımız peşinde koşup duruyoruz. Sonra ne oluyor peki? Silemediğimiz, hataları düzeltemediğimiz kocaman bir hatıra defteri kalıyor elimizde.
Sorabilir misiniz kendinize acaba size verilen rolü mü oynuyorsunuz yoksa kendi seçtiğiniz rolü mü?
Çok da ciddiye almamak gerek aslında hayatı. Tatlı bir kayıtsızlıkla yaşamak belki biraz daha kolaylaştırır süreci.

Şerefle bitirilmesi gereken
En asil görev hayattır.
Bir lokma ekmek için
Şerefini çiğnetmeye
Bir anlık eğlence için
Servetini tüketmeye
Bir zamanlık mevki için
El ayak öpmeye
İnsanları ezip geçmeye,
Günlük menfaatler için,
Onurunu terk etmeye
Bir kısım insanlara kızıp
Tüm insanlara düşman olmaya
Değmez bu hayat.

Diyor üstat Can Yücel.

Bence hayat kocaman bir şaka ve biz hepimiz Tanrının ipli kuklalarıyız neşeyle oynadığı.


Tek taraflı feshedilen haksız bir kontrat bu hayat.

15 Aralık 2013 Pazar

Kamuflaj

Kadınlar neden makyaj yapar?

Çünkü kadınlar makyaj yapmadan güzelliklerini fark edemiyorlar.

Bu soruyu 100 kadına sorsanız 100’ü de “kendim için yapıyorum” der ve bu koca bir yalandır. Kadınların bir kısmı makyajı erkeklere daha güzel görünmek ve onların beğenisini kazanmak için yaparlar ama büyük çoğunluğu ise diğer kadınlar için makyaj yapar çünkü kadınlar arasında her zaman kıyasıya bir rekabet vardır. Her kadın kendini hemcinsleriyle kıyaslar ve diğer kadınlardan daha güzel, daha alımlı, daha seksi görünmek ister. İnsanların birbirini dış görünüşüyle yargıladığı bir dünyada kadının en etkin kamuflajıdır makyaj (bir de destekli sutyenler var, o başka bir yazının konusu).

Kadın kendini güzel görmez ve güzel hissetmezse özgüveni yara alır. Bakımlı olmak kadının özgüvenini artırır. Tabi bakımlı olmak deyince maalesef ülkemizde sadece makyaj akla geliyor. Bakımlı olmak makyaj yapmak demekse, kadın makyajsızken kendini eksik, solgun ve bakımsız hisseder. Bu bakımdan makyaj yapan kadınlar aslında kendini, kusurlarını saklar. Yüzünü, gözünü, dudağını boyarken aslında ruhundaki eksiklerini, kendince gördüğü kusurlarını kapatıyordur o boyalarla. Olduğu gibi görünmek istemiyor kendini olmak istediği gibi görüyordur. Çoğu zaman da bunu bilinçsiz bir şekilde yapar zaten.  

Bir de makyaj yapmakla boyanmak arasındaki farkı anlayamayan kadınlar var ki evlerden ırak olsun. Makyaj yüzdeki kusurları kapatırken düzgün hatları belirginleştirmek, öne çıkarmak için yapılmalıdır. Yüz hatlarını tanımadan, ten rengine dikkat etmeden en ufak bir araştırma yapmadan, deneyimli birinden yardım almadan rastgele yüzü, gözü boyayanlar kusura bakmayın ama palyaçoya benziyorsunuz, kendinizi çirkinleştiriyorsunuz. Her yüz farklıdır. Bir başkasında güzel duran bir renk, detay ya da teknik sizin yüzünüzde de aynı etkiyi ortaya çıkaracak diye bir şey yok. Yüzünüzü tanıyın güzel bir makyaj için ilk adım bu. Sonrasında biraz da araştırma yapın lütfen. İnternette, kadın dergilerinde doğru makyajla ilgili bir dünya bilgi var araştırın, yaşınıza, ten renginize, yüz hatlarınıza göre doğru ve tarzınıza uygun makyajı öğrenin. Canınız sıkıldıkça oturun aynanın karşısına biraz çalışın, yoksa rezil olursunuz ve dedikodu malzemesi verirsiniz el aleme. Bütün bu çalışmalara rağmen bir halta benzemiyorsa makyajınız göz zevkiniz ve estetik duygularınız gelişmemiş demektir. Yahu aynanın karşısındasın, göremiyor musun o renklerin, o tarzın sana yakışıp yakışmadığını? Öyleyse sakin olun ve rimeli, ruju sessizce yere bırakın.

Bir de genç kızların yüzüne fondöten ve pudrayı sıvamaları var ki aman Allah’ım tam bir kabus. Tuvalin üzerine bir yüz çizmişler onu da alıp suratlarına yapıştırmış gibi görünüyorlar. Çirkin bir kadının bile bebek gibi görünmesini sağlayan bu sanatı resmen yüzünüze gözünüze bulaştırıyorsunuz ona göre. Bir kalem, bir rimel, bir rujla da güzel olursunuz.


Son olarak “Süslenme çirkinliğini kabul etmektir” diyor Halil Cibran. Makyaj yapmayı bilmiyorsanız ve ısrarla öğrenmiyorsanız güzel olacağım diye kendinizi maymuna çevirmeyin yoksa rahmetliyi haklı çıkarmış olursunuz.

13 Aralık 2013 Cuma

Dem





“Ben şarap içiyorum, doğrudur;
Aklı olan da beni haklı bulur:
İçeceğimi biliyordu tanrı,
İçmezsem tanrı yanılmış olur.”

                               Ömer Hayyam








"Tanrı yalnız suyu yaratmıştı, insanlar ise şarabı yarattı." demiştir Victor Hugo. Wikipedia' ya göre Güneydoğu Anadolu  şarabın ilk yapıldığı bölgelerden biri olabilir. Söylencelere göre şarap Babil’de doğmuştur  (Kuzey Babil Devleti Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur.) Orta Anadolu’da büyümüştür. Daha sonra Yunanistan, İtalya ve Portekiz’e gitmiş Fransa’ya yerleşmiş ve orada da ünlenmiş. Şarap ve kadının bu kadar özdeşleşmesi de Fransız kadınları sayesinde olmuş sanırım.

Dünyanın en eski içkisi olan şarap insanın kendi içinde demlenmesine sebep olur. Her çeşidi güzeldir şarabın, kırmızısı, beyazı, pembesi. Gerçi benim için şarap kırmızıdır. Kızıl kadehi kırmızı ojeli ellerinle alıp kırmızı rujunla mühürleyeceksin kadehi.  

Şarabın sarhoşluğu ayrı bir güzellik. Duygusal, melankolik bir sarhoşluk. Yavaş yavaş, tadını çıkararak içtikçe kendisi gibi kafayı güzelleştiren bir sarhoşluk. Bir de şarap her yerde içilebilen bir içki değil bana göre. Evde içilmesi daha güzel, gecenin tatlı hüznünü yaşayabilmek için. Loş ışıkta hafif bir müzikle sevgili yanında çok iyi gider çünkü flörtöz bir içecektir.

Biraz da tarihte yolculuk yapalım. Kutsallığı ya da yasaklanması neden kaynaklanıyor görelim.
Roma'da şarabın en çok ihraç edildiği yerler Mezopotamya ve Arap topraklarıydı. Şarabın tadına bir kez vardıktan sonra vazgeçemeyen ve toprakları asma yetiştirmeye müsait olmayan Araplar, Romalıların en büyük gelir kaynağıydı. Arapların hurmadan ürettikleri şarap, üzümden üretilen Roma Şarabının yerini tutmuyordu. Fakat şarabı bozulmadan onca yol taşımak da çok zordu. Şarap nakliyatı için kullanılan amforalar tek kullanımlıktı ve bu şarabı daha da pahalılaştırıyordu. Araplar şarabın hepsini Roma'dan alıyordu fakat ne Arapların şaraptan vazgeçmeye ne de Romanın şarabı Araplara ucuza satmaya niyeti vardı. Arabistan'da Yunanistan'daki içkili partilere benzer ritüeller de çoğalınca şarap ithalatının önünü kesmek için bir yol bulundu. Daha önce Nahl süresinde hoş içecek olarak bahsedilen şarabın ve dolayısıyla şarap ithalatının önü bakara suresiyle kesilmiş oldu. (Nahl 67. “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içkiler yapıyor, güzel rızk ediniyorsunuz. Bundan aklı erenler için ibret vardır.” Medine döneminin ilk yıllarında farklı tutum ortaya konur ve ilk tavır alma başlar: Bakara 219.Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.” Ve ardından “sarhoşken namaza yaklaşmayın” ayeti gelir. Ama hala şarap serbesttir.) Fakat şarabın tadına varmış ve ondan vazgeçmeye niyetli görünmeyen yeni Müslümanları kızdırmamak için de cennette vaat edildi. Üstelik aynen Yunan'ın toplantılarında içtiği gibi suyla karıştırılmış haliyle: "Orda doğru yolda olanlar, müminler bir çeşme suyuyla yumuşatılmış saf şarap içerler."

Şarapla Müslümanın ilişkisinin kesilmesinin bir nedeni de Hristiyanlıkla şarabın ilişkisi. Bilindiği gibi İsa'nın ilk mucizesi altı küp suyu şaraba dönüştürmesiydi ve İncil'de "Ben asmayım, siz dallarısınız" demesiydi. Müslümanlara göre çarpıtılmış Hristiyanlığın en zevkli ve meşhur sembolü devam ettirilirse İslam da çarpılabilirdi o yüzden hem ibadet hem ticaret mantığıyla İslam’ın şarapla ilişkisi kesilmiş gibi görünüyor. Muhammed'in hafif mayalı hurma şarabını çok sevdiğini savunanlar ise bu yasağı dinlemediler. İspanya ve Portekiz Arapları şarap üretmeye devam ettiler. Ebu Nuvas ve Ömer Hayyam gibi Müslümanlar ise şarabı hem içmeye hem de övmeye devam ettiler. Şaraptan umudu kesen Araplar ise damıtma yoluyla içki yapmayı öğrendiler ve şarabı damıtıp dünyaya damıtık içkiyi armağan ettiler.

12 Aralık 2013 Perşembe

Kırmızısını severim


Mitolojide "Tanrıların İçkisi" olarak kabul edilir şarap. Şarabın ilk ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Anadolu'da en yaygın efsane ise şöyle:

Nuh Peygamber, tufandan sonra hayvanları ile Ağrı Dağı eteklerinde yasamaya baslar. Karınlarını doyurmak için etrafta dolaşan hayvanlardan keçinin, bir gün olağanüstü bir şekilde neşeli döndüğünü görür. Bu hal günlerce devam edince Nuh Peygamber keçinin peşinden giderek, bu durumun yediği bir meyveden kaynaklandığını fark eder. Kendisi de bu meyveyi çok beğenir ve hayatı tasasız yapan üzüm suyuna bağımlı hale gelir.

Nuh Peygamber’i mutlu gören şeytan, onun neşesini kıskanarak, alevli nefesi ile asmaları kurutur. Nuh Peygamber üzüntüsünden yataklara düşünce şeytan meyveyi yeniden canlandırmak için yapılması gerekeni söyler. Eğer meyvenin kökü açılır ve hayvanlardan yedi tanesinin kanı ile sulanırsa, asma canlanacaktır. Aslan, kaplan, köpek, ayı, horoz, saksağan ve tilkiden oluşan kurbanlar seçilip, asmaların kökleri bu hayvanların kanları ile sulanır ve bir süre sonra asmalar tekrar canlanır yaprak ve meyve vermeye baslar.

Kıssadan hisse çıkaracak olursak şarapla sarhoş olan kimsenin davranışları incelendiğinde, bu yedi hayvanın karakterlerini taşıyan haller görülür. Bu yüzden bazen aslan gibi cesur, bazen kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi kuvvetli, köpek gibi kavgacı, horoz gibi gürültücü, tilki gibi kurnaz, saksağan gibi geveze oldukları söylenir.





Kutsal bir ayindir şarap içmek. Şarap, sigara ve mum bir de fonda Vivaldi, Leonard Cohen ya da Tanju Okan varsa tadına doyulmaz. 

Sevgiliyle de içilir, dostla da, tek başına da. Kadeh tokuşturacak biri olsa da olmasa da geçmişinizi de hatırlar, hayaller de kurarsınız kızıl kadehte.

Kalbiniz mutsuzluktan paramparçayken de içilir, neşeli dost sohbetlerinde de içilir. Ama daha çok aşkın ve acının içkisidir şarap yalnız içilirken. Gece başlayan ayin sabahlara kadar devam eder. Dertlenmelere, ağlamalara eşlik eder ve şişe bittiğinde her şey de bitmiş olur. Hafiflemiş, rahatlamış, gevşemiş  bir halde başlar yeni gün.

Şarap kalbin ve ruhun huzuru için yaratılmıştır. Kötü bir şey olsa cennette vaat edilir miydi?

Şarap tanrısı Dionysos, her bir kadehe bir anlam vermiş; birinci kadeh sağlık, ikinci kadeh aşk ve zevk, üçüncü kadeh uyku içinmiş. Dördüncüden sonra için "insana kendini kaybettirip şiddete yönelmesine yol açar" demiş. Üçüncüde durmalıymış, işi tadında bırakmalıymış şarap sevenler.

"Can bir şaraptır, insan onun destisi" demiş Ömer Hayyam ve devam etmiş;

“Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de oradaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili."

(Devamı gelecek.)